Zamanpur: Galiba Google benim için O’ydu

Saf ipek, saf kaşmir ve onların birleşimi olan kaşipeğin dünyasına girerek Silk and Cashmere markasını yarattı, Ayşen Zamanpur. Kaşmirde istediği kaliteyi yakalamak adına İç Moğolistan ve Çin yollarına düştüğü günden bu yana da yarattığı marka dünyanın pek çok farklı ülkesinde kendine yer edindi. “Google O’ydu benim için” dediği Rüştü Bozkurt hoca ve Dünya gazetesinin ise Zamanpur’un hayatında ayrı bir yeri var. Neden mi? Gelin, Ayşen Zamanpur’dan dinleyelim.…

● İş hayatınızın başlarında unutamadığınız bir anınızla başlayabilir miyiz?

80’lerde Şişecam’da planlama uzmanı olarak işe başladım. Arkadaşlarımız Boğaziçi ve ODTÜ mezunu gençlerdi genelde. Ben de yaş olarak en küçüklerden biriydim. Bütün gün son derece bilimsel şekilde fizibilite, çevre etüdü, stratejik plan hazırlıyorduk.

Bir gün, aramıza bizlerden her anlamda çok farklı bir bey katıldı. Benden 15 yaş büyüktü. İnanılmaz bir özgeçmişi vardı. Ortaokul öğretmenliğinden gelip kendisini yetiştirmiş ve akademik kariyer yapmıştı. Lisan bilmemesinin onu rahatsız ettiğini hissediyor ve elimden geldiğince ona destek oluyordum bu konuda. O da engin bilgisi ve araştırma konusundaki inanılmaz deneyimi ile -Google yoktu henüz o devirde, galiba Google oydu benim için hepimize çok şey öğretiyordu. Bir gün şirkette Yurdakul Bey’in isteği ile katma değer konusunda bir sunum yapıyordum. Yanıma geldi ve bunu anlattığın kadar güzel yazabilirsen DÜNYA gazetesinde makale olur bu dedi. Yazmayı ve okumayı çok sevdiğim için hemen kabul ettim. Aldığım notlardan bir makale yazıp kendisine götürdüm. Okudu ve “Olmamış, anlattığın gibi yaz, bilgini ve düşünceni bu kadar kuru aktarma” dedi. Ben makale yazıyorum diye resmiyeti abartmıştım belli ki. Bir daha yazdım, “Başı güzel değil insanı çekmiyor” dedi, bir daha yazdım, “Sonu net değil, konuyu bağlamıyor” dedi. Neyse bu arada da bana dosya dosya çeviri veriyordu, akşamları ona çeşitli araştırmaları için İngilizce kitap ve dergilerden sayfa sayfa makale tercüme ediyordum. İngilizceyi çok iyi bildiğimi düşündüğü için tercümeyi de çok hızlı yaptığımı düşünüp abartıyordu; yanılıyordu. Her akşam ikinci bir işte çalışır gibi tercüme yapar hale gelmiştim. Bu arada yoğunlaştığım çeşitli konularda makaleler yazıp ona okutuyordum.

Kendisi DÜNYA gazetesi yazarı olan çok değerli Rüştü Bozkurt hocamızdı. Dostluğumuz hâlâ devam ediyor. O tarihlerde DÜNYA ve Milliyet gazetelerinde pek çok makalem çıktı. Daha sonra Silk and Cashmere’i yeni kurduğumuz yıllarda DÜNYA gazetesi beni yılın en başarılı iş kadını seçerek ödüllendirdi. Sanırım ilk ödüllerimizdendi. O nedenle Dünya gazetesi benim için çok özeldir.

● Silk and Cashmere’in ilk yıllarında aldığınız çok önemli bir ders var mıydı?

90’lı yıllarda, yepyeni bir markayken cesaret edip New York Madison’da mağaza açtık. Madison’daki mağazamızı büyük özveriyle ve kısıtlı kaynaklarımızla kiraladık, çok özenerek döşedik, ekip kurduk. Bir iki ay içinde fark edildik ve oldukça da güzel bir satış yakaladık. Ünlü isimler bizden alışveriş yapıyor, moda dergilerinde haber oluyorduk. Elbette önceleri sorunlar çıkıyordu ancak perakendede sorunlar bitmez, hepsini tek tek çözüyorduk. Mağazanın başında başarılı bir Türk yönetici vardı ve iyi bir ekip ruhu oluşturmuştu. Her şey yolundaydı, memnunduk, büyümeye devam ediyorduk.

Yaklaşık bir buçuk yıl sonra bir gün yöneticimiz telaşla aradı. Yine tipik bir perakende sorunu diye düşündüm, ancak sesindeki farklı telaşı duyunca daha büyük bir şey olduğunu anladım. Mağazamız Roosevelt Otel’in altındaydı. Prestijli, güzel bir binanın altındaki mağazalardan biriydik. Yöneticimiz adeta bağırıyordu. Kapatmışlar diyordu. Mağazamızın önüne ahşap duvar çekilmişti. Roosevelt Otel tadilata girmişti. Güya otelin tadilata gireceği yazılmıştı ama yazı bize ulaşmamıştı ya da belki hiç yazmamışlardı. Aradık, konuştuk. Nasıl kapatırsınız mağazayı? Üstelik bir gecede, bizi uyarmadan? Önüne iskele kurduk, isteyen müşteri girebilir dediler. Evet, ahşap duvarın arasında bizim kapıya denk gelen yerde ufacık dar bir iskele vardı. Çok cesur, çok genç biri, çok da mecbursa atlayarak mağazaya ulaşabilirdi. Normal kimse o riski almazdı. Bunu anlattım ama nafile.

Sözleşmemizde bu konuda bir madde yoktu. Size arka sokakta daha küçük bir yer verelim, birkaç ay sonra gene taşınırsınız buraya dediler, lütfeder gibi. Satışlarımız bıçak gibi kesildi. Satış yaparken rahatlıkla altından kalktığımız giderleri karşılama gücümüz yepyeni bir marka olarak çok sınırlıydı. Yine de bir süre dayandık. Hukuki yollar aradık. Olmadı.

Ve bir gün ekipçe gidip o güzelim mağazayı kapattık. Kaldırımda oturup logonun inmesini beklerken gözlerim yaşardı. Bizden kaynaklanan bir neden olsa elbette daha kolay kabullenebilirdim ama bu haksızlıktı. Bu bize acı bir ders oldu. Çok pahalı bir ders. Kira sözleşmesi yaparken bu detayları gözetmeyi, hukukçulara daha ince denetlettirmeyi, bu tip konularda yaptırım koymanın gereğini ve yöneticilerin daha sıkı takibini denetlemeyi ve uzaktan da olsa kendimiz takip etmeyi de öğrendik. Ondan sonra açtığımız yurt içi ve özellikle yurt dışı mağazalarda bu konulara en ince detayına dek dikkat ettik. New York’ta daha sonra prestijli butik cornerlarımız, birlikte çalıştığımız showroomlar oldu ama mağaza açmadık. Oysa şimdi oranın en eski kaşmircilerinden biri olabilirdik.

● Kaşmir’in peşinde Çin’e sayısız defa gittiniz. Çin’den ve Çinlilerden neler öğrendiniz?

90’lı yıllarda İç Moğolistan ve Çin yollarına düştüm. Çünkü bizim istediğimiz yumuşaklık ve kalitede kaşmir ve ipek sadece oradaydı. Bir yolculuğumuzda Hangzhou’nun uzak bir yerinde numunelerini çok beğendiğimiz bir kaşmirci bulduk. Zor randevu kopardık. Uçaktan inip trene, trenden inip saatlerce arabaya binerek fabrikaya ulaştık. Yorgun ama mutluyduk Selmin’le. Yönetici ile abartmıyorum, ilk gün 10 saat toplantı yaptık. Arada yarım kâse noodle yiyip aç karna bardak bardak ılık çay içerek saatlerce renk renk, model model, iplik iplik, tüm detaylarıyla çalışarak çok güzel bir ön sipariş dosyası hazırladık. Ertesi gün yine fabrikaya gidip aynı yönetici ile konuştuk, detayların üstünden geçtik ve yine akşama kadar yarım kâse noodle on bardak çay içip otele döndük. Kalite mükemmeldi, fiyat iyiydi, ekipten aldığımız bilgilerle çok doğru bir çalışma yapmıştık.

Üçüncü gün sabahı kalktık. Akşam artık sipariş dosyamıza son halini vermiştik. Son bir randevu alıp tekrar gidecek ve imza atacaktık. Randevu için aradık. Telefona farklı biri çıktı. Telefondaki ses kırık dökük İngilizcesiyle maalesef randevu veremeyeceğini, dünkü yöneticinin yetkisi olmadığını, o modeller, o fiyat ve o adetlerin geçerli olmadığını, kendisinin de zaten bunları bildiğini ama bize yanlış aktardığını söyledi.

Aman Allah’ım hepsi boşa mı gitmişti? Elimde telefon kalakaldım. O anda iki gündür iş başarmanın adrenaliyle az hissettiğim yorgunluk tamamen üstüme çöktü. Selmin’e konuşmayı anlatırken sinirlerim iyice boşaldı. Çinlilerin kolay kolay hayır demediğini, bu yüzleşmeyi yapamadıkları için işlerin uzadığını sonraki yıllarda yaşayarak öğrendim. Ama biz de ondan sonra uzun ve önemli toplantılara girmeden ve markamızla ilgili bağlayıcı işlere başlamadan katılımcılardan neredeyse imza sirküleri, yetki dağılımı belgesi isteyecek kadar paranoyaklaştık. Hâlâ çok önemli bir toplantıda defalarca “Buradaki herkes konuya hâkim midir ve yetkili midir?” diye sorduğum ve bazılarını kızdırdığım anlatılır. İş yaşamı size çok şey öğretiyor.

● Unutamadığınız bir kampanya ya da sosyal sorumluluk projeniz oldu mu?

Yıllar önce saf kaşmir koleksiyonumuzu genişletme fikirleri yürütürken tasarımcımız Elzi “köpeklere de giysi yapalım” dedi. Böyle bir müşteri kitlesi olduğu kesindi ama açıkçası bana biraz tehlikeli gelmişti. Yanlış yorumlara yol açabileceğini düşünerek vazgeçmek üzereydim ki o sırada lisede okuyan kızım Yasemin bir gün masada “Anne senin neden sıcak bakmadığını biliyorum ama bu ürünlerin gelirlerinin büyük kısmını sokak hayvanlarına verirsek ve ‘şanslı hayvanlardan sokak hayvanlarına’ diye sunup bunu gerçekten de yaparsak güzel olmaz mı?” dedi. Sonunda ikna olmuştum. O proje çok başarılı oldu. Hem harika bir basın ilgisiyle karşılaştı hem de gerçekten sokak hayvanlarına ciddi bir bağış fonu oluşturduk.

● Yurt dışı mağazalarınızda yaşadığınız enteresan bir anınız var mı?

Bir yılbaşı dönemiydi. Saint-Moritz’in göbeğindeki mağazamız ışıl ışıl logosuyla parlıyordu. Tam karşımızdaki Steff ani ve Houser Otel’in önünde kayak sonrası içeceklerini yudumlayarak kayak yorgunluğunu atan, her biri kendi alanında tanınmış Türklerin gözleri vitrinimizdeydi. Hem sohbet ediyor hem de mağazaya bakıyorlardı, bir Türk markasını orada görmek çok hoşlarına gidiyordu biliyorum. O esnada kapımıza fayton tipi arabalar yanaştı ve arabalardan inen 20 kişilik çok havalı Avrupalı bir grup mağazamıza girdi. Şık kayak giysileri içindeki Türkler mağazamız çok kalabalık olup aniden servise yetişemediğimizi görünce hep birlikte koşup geldiler. Bu anı şu anda bile gözlerimi yaşartıyor. Cemiyet dergilerinde sık sık gördüğümüz hanımlar ve beylerin Silk and Cashmere’de paket yapıp müşteriye servis vermek için yarışmaları anlatılamaz. O 20 kişi de karşılarında buldukları böylesine zarif, şık ve kaşmirden çok iyi anlayan hanım ve beylerin sohbetleriyle coşarak çok yüklü bir alışveriş yaptılar. Sanki mağaza onlarındı ve o müşterilere mahcup olmamaları gerekiyordu. Bunu hâlâ inanılmaz buluyorum, çünkü hiçbirini şahsen tanımıyorum veya beni tanıdıklarını sanmıyorum.